'Göçmenlerin kurtuluşu göçmen olmayanları da özgürleştirecek' - Başak Kocadost


Başak Kocadost

Seçim dönemine girerken Kürt hareketine saldırıların, LGBTİ+ karşıtlığının ve de göçmen düşmanlığının körüklendiğine şahit oluyoruz. Tüm sistem partileri göçmenleri nasıl geri göndereceğinden bahsediyor, göndermek için para topladığını söyleyen bile var. Macaristan, İsveç, İtalya gibi yakın zamanda seçimlerin olduğu ülkelerde de aşırı sağ partiler, benzer şekilde ırkçı, göçmen-karşıtı, LGBTİ+ düşmanı söylemlerle iktidara geldiler. Son seçimlerde kaybeden Trump ya da Bolsanaro gibiler de içinde yaşadıkları toplumlara fikirlerini işleyerek arkalarında hayli vahim bir tablo bırakmış durumdalar. Keza bu politikacıların varlığından daha kritik olanı; onlardan medet uman, refahını bu politikalarda gören kitlelerin varlığı. Kapitalizmin çoklu krizlerinin ırkçı, cinsiyetçi, gelenekselci temelde güya eleştirisi, günümüz sağının yaslandığı nokta. Sol güçlü bir anti-kapitalist karşı çıkışı mümkün kılamadığı ölçüde de sağ partiler parsayı daha rahat topluyor.

Fransa’da Komünist Partisi lideri Roussel yürüttüğü seçim kampanyası sırasında seçmenlere daha fazla güvenlik ve polis sözü vererek sığınma talebi reddedilen göçmenlerin ülkelerine geri gönderilmeleri gerektiğini hatırlatıyor defalarca. Brezilya’da “solcu” Lula merkez sağ ile ittifak yaptığı seçimler arifesinde, sadece kendisinin değil evlendiği tüm kadınların kürtaja karşı olduğunu söylüyor. Brezilya’da yine kendine solcu diyenler birileri “seçimleri kazanması için böyle demesi gerekiyordu” diyebiliyor, hatta bu dedikleri de “gerçekçi” analiz sayılıyor. Oysa bu, sağın daha seçimler olmadan zaten çoktan kazanmış olduğunu gösteriyor.

Türkiye’de ise sağ kendi sağcılığında pek tabii ki bir beis görmeden militanca propagandasını yaparken sol, sosyalist, devrimci güçler olarak göçmen meselesinde sözümüzü söylemekte daha ürkek kalıyoruz. Zira sağ partiler bu konuda pervasızca söz söylerken soldan ancak cılız karşı sesler duyuluyor. İçinde yaşadığımız baskı rejimi ve mücadele verilmesi gereken alanların çokluğu düşünüldüğünde bu durumun anlaşılabilir haklı gerekçeleri olmakla birlikte yine de üzerine düşünmemiz gerektiği kanaatindeyim. Evet, iktidar Sünni-Türk-hetero-erkek-vatandaşı esas alıyor. Onun çıkarlarını toplumun “hassasiyetleri” olarak gösteriyor. Vatan, millet, ahlak, aile…Temelden karşı çıkamayacağımızı düşündüğü ne varsa oradan üstümüze geliyor. Ama biz itirazlarımızda çekingen kaldıkça daha da alan kazanıyor. Biz ise mevzi kaybediyoruz. Göçmen haklarını insancıl/hümanist gerekçelerle savunmaya çalışanlara bile “evine al, besle o zaman” denilebiliyor. “Hepsini göndereceğiz” e ancak “yok şu kadarını göndereceğiz”, “davul-zurnayla göndereceğiz”, “kendi rızalarıyla göndereceğiz”, “dönmeleri için gerekli ortamı sağlayacağız” gibi karşılıklar verilebiliyor. Ufkumuz daralıyor. Sağa, gitgide daha sağa çekiliyoruz.

Ben bu yazıda göçmenlere yönelik artan ırkçılığa nasıl yaklaşmalıyız, göçmenlerin geri gönderilmesi tehditlerine neden karşı çıkmalıyız, ırkçılığa karşı nasıl mücadele edebiliriz gibi sorulara yanıtlar vermeye çalışacağım. Bunun için önce ırkçılığın ne olduğunu ve göçmenlere yönelik bu saldırıların neden ırkçılık olarak ele alınması gerektiğini tartışarak başlayacağım.

MESELE, YABANCI DÜŞMANLIĞI MI?

Siz hiç İstanbul’da yasayan bir Almana göçmen denildiğini duydunuz mu ya da İngilizce öğretmeni bir Kanadalıyla tanıştırıldığınızda, bir göçmenle mi tanışmış hissedersiniz, yoksa bir Kanadalıyla mı? Yine mesela işi gücü olmasa da Hollandalı bir genci kimsenin göçmen olarak algıladığını sanmıyorum. “Yabancı” denir muhtemelen. O zaman açıkça meselenin sadece doğduğu ülke dışında ikamet anlamında göçle ilgili değil, ırkçılıkla ilgili olduğunu ilk elden tespit etmekte fayda var. Dolayısıyla göçmen sıfatı, yabancı olup Türkiye’de yaşayanlara değil, Türklerden aşağıda kabul edilen yabancılara ve onların çocuklarına veriliyor. Bu tespit başka ülkeler için de geçerli. Yani ırkçılığı; zenofobiye, yabancı düşmanlığına indirgeyemeyiz. Bu şekilde mesela zaten ABD’de siyahlara yönelik ırkçılığı da açıklayamayız. Meseleyi bireyselleştiren, psikolojize eden yaklaşımlar ırkçılığın sistemik karakterini açıklamaz. Irkçılık milliyetçi tavır ve söylemlere de indirgenemez, misal patriyarkanın da cinsiyetçi söz ve tutumlara indirgenemeyeceği gibi. Irkçılık, milliyetçiliğin aşırı bir hali gibi de ele alınamaz. Çünkü ırkçılık, tam da ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliğini ayırt etmemizi sağlayan tahakküm ilişkisinin adıdır.

Kapitalizm, pek tabii ki bu meseleye de uluslararası kurumlar, STK’lar üzerinden “çözümler” sunuyor gibi görünüyor. Bunda şaşıracak bir şey yok. Ancak bu durum, göçmen meselesini bir STK meselesi yapmıyor. Diğer tüm ezilenleri olduğu gibi göçmenleri de kimlikçilik, kozmopolitizm olsun diye ya da salt insansever olduğumuz için savunmuyoruz. Sol olarak bu konunun STK’lar aracılığıyla depolitize edilmesine de sağ tarafından kullanılmasına da karşı çıkabilmemiz gerekiyor.

Göçmen işçiler sigortasız, düşük ücretlerle, çok kötü şartlarda çalışıyorlar ve bu alanda yapılması gereken çok çalışma var. Evet, “işlerimizi elimizden alanlar” göçmenler değil. Kadınların artan oranlarda ücretli iş piyasasına girdiği ülkelerde bu söylem, zamanında kadınlara karşı da kullanıldı. Türkiye’de ise “neyse ki” kadın istihdam oranı çok düşük ve de kadınlar zaten erkeklerin yoğun olduğu sektörlerde çok az olduğu için söylenmiyor. Yoksa vay halimize! Kapitalizm aynı patriyarkadan olduğu gibi ırkçılıktan da faydalanıyor, onunla farklı dönemlerde farklı biçimlerde eklemleniyor. Ama, nasıl patriyarka salt bir sınıf meselesine indirgenemezse, göçmenlik de salt bir sınıf meselesi değil.

BİR SİSTEM OLARAK IRKÇILIK

Irkçılık kurucu bir sistem. Şu anki ileri kapitalist ülkelerin ileri kapitalist ülkeler olmasını sağlamış olan sömürü ve hiyerarşi sistemi. Eşitliksiz yaratan her sistemin olduğu gibi, onun da kendini meşrulaştırdığı bir ideolojik yapılanması var. Irkçılık, halklar arasında var olan (ya da olduğunu kabul ettiği) fiziksel ya da kültürel farklılıkları, savunduğu eşitsizlik sisteminin gerekçesi olarak sunuyor. Ten rengi, göz sekli, kıl oranı vs. gibi bedensel ya da konuşma şekli, oturup kalkma, yemekler, inançlar gibi sosyal, kültürel özellikleri eşitsizlikleri doğallaştırmanın aracı olarak gösteriyor. Tarihsel olarak, kölecilikle kafatasçı ırkçılığın eş zamanlı gelişmiş olması bu sebepten. Biri diğerinden ayrılamaz.

Yani içinde yaşadığımız kapitalizm, erkek egemenliğine dayandığı gibi, tarihsel olarak ırka dayalı eşitsizliklerle de inşa edilmiş. Bu eşitsizlikler hala devam ediyor. Siyahların Amerika’daki, eski sömürge ya da üçüncü dünya ülkelerinden göçmenlerin Avrupa’daki durumu; bunun en bariz örnekleri. Bu gruplara ait insanlar, bugün en kötü işleri yapıyor, işçi sınıfının en yoksul kesimlerini oluşturuyor, devlet/polis şiddetine en çok maruz kalıyor, en çok öldürülüyorsa kapitalistler maaşları aşağıya çekmenin başka yolunu bulamadığı için değil, (neo)sömürgeci kapitalizm ırkçı repertuvarını yenileyip bunu da beyaz, yerli işçi sınıfı nezdinde hâkim kılmayı başardığı için.

Ancak Türkiye’de mesela “Kürt sorunu” yoğun biçimde tartışılmış ve hala da tartışılıyor olsa da bir sistem olarak ırkçılıktan pek bahsedilmiyor. Bir eşitsizliğe karşı siyaseti sonuçta ona maruz kalan özneler kuruyor. Kürt hareketi de yıllardır bunu yapıyor. Ama sanırım Kürtler mücadelelerini kendi adlarıyla yürüttükleri için ırkçılık diye bir sorun da yokmuş sanılıyor. Bugün hala sol, göçmenlik meselesinde ırkçılık karşıtı bir hat oluşturmakta eksik, zayıf kalıyor.

MESELEYE NASIL BAKALIM?

Buradaki esas eksiklik ise hayatlarını sürekli bir geri gönderilme, sınır dışı edilme tehdidi altında yaşayan göçmenlerin kendilerini ifade edememeleri, seslerini çıkaramamaları. En temel örgütlenme haklarını kullanamamaları. “Göç sebep değil, emperyalizmin sonucu”, tamam. Ancak bu tespit, bizi göçmenleri büyük güçlerin yanlış politikaları altında ezilen kurbanlar olarak görmeye de itmemeli. Göçmenlerin kendileri adına konuşabilecekleri, örgütlenebilecekleri alanları, bunların yollarını açmak için uğraşmamız gerek. Bu mücadele, sadece herkesçe emperyalist addedilen ülkelerin göç politikalarına karşı değil, emperyalist ilişkilerin bir parçası olan kendi devletinin siyasetine karşı da mücadeleyi gerektiriyor.

Yani ırkçılığa karşı mücadele, onun yaslandığı tüm dayanakları hedefine alacak kapsamlı bir mücadele anlamına geliyor. Biz böylesi bir mücadeleyi belki şu an veremiyoruz, ama en azından göçmenlik meselesine bu şekilde yaklaşalım. Göçmen haklarını savunmayı herkes için evrensel hakları düşünebilmenin, talep edebilmenin vesilesi kılalım. Örneğin İBB’nin ulaşım kartlarını kişiselleştirme uygulamasına karşı, herkes için ücretsiz ulaşım hakkını talep edelim. Kayıtsız Afgan mültecinin durumu; kaydı, sınırı, bunların meşruiyetlerini sorgulatsın bizlere. Devletlerin artan gözetim ve kontrolünü mesele edinelim mesela. Devletler arası görüşmelere değil halklar arası çözümlere kafa yoralım.

Göçmenlerin geri göndermelerine karşı çıkmak demek, hükümetlerin insanların hayatlarını kökünden etkileyecek bir kararı keyiflerine göre almasına karşı çıkabilmek demek. Meseleyi böyle görelim. Egemenlerin göçmenler üzerinden saldırılarını, tüm ezilenleri savunmaya yönelik bir karşı hamleye çevirebilmek için gayret edelim.

Kendi devletinin şerrinden kaçmış, ülkesini terk etmiş her bir göçmen, yeni bir hayat tahayyülü yönünde ufkumuzu açacak bir önermedir aslında. Irkçılığa karşı mücadele, tek ulusa dayanmayan yeni toplum için ilhamdır; ortak yaşamı kurmak için fırsattır. Tabii biz bu şekilde değerlendirirsek. Özetle, LGBTİ+ hareketinin veciz sloganından ödünç alacak olursak “göçmenlerin kurtuluşu göçmen olmayanları da özgürleştirecektir.” Meseleye biraz da böyle bakalım.

* Bu yazı Gazete Duvar için bir seri kapsamında BYİİ inisiyatifi ile yazılmıştır. 

Yorumlar