Irkçılığı ve Göçmenlere Yönelik Nefret Saldırılarını Kabul Etmiyoruz. Birlikte, Eşit ve Özgür Bir Yaşam İstiyoruz.
30 Haziran
akşamı Kayseri’de bir çocuğun Suriyeli bir erkek tarafından cinsel istismara
maruz bırakıldığı haberi üzerine kışkırtılan faşist çeteler ve linç grupları,
Suriyelilerin yaşadığı mahallelere saldırdı, araçları ve evleri yaktı, işyerlerini
talan etti. Kayseri’deki saldırıların ertesi günü, siyasal iktidarın Afrin’i,
Tel Abyad’ı ve El Bab’ı birlikte işgal ettiği cihatçı çetelerin Suriye’de Türk
ordusuna saldırıları da bahane edilerek; Hatay, Adana, Urfa, İzmir, Bursa,
İstanbul, Maraş, Konya ve Antep’te devam eden saldırılarda çok sayıda göçmen
yaralandı. Irkçı saldırılar 3 Temmuz’da Antalya Serik’te Suriyeli refakatsiz çocuk
işçi Hasan Halid El Nayif’in ağır yaralanması ve diğer bir
refakatsiz çocuk işçi Ahmed Hamdan Al Naif’in öldürülmesiyle en ileri
noktaya ulaştı. Bütün bunlar yaşanırken, göçmenlerin yaşamlarını korumak,
saldırılara karşı onların güvenliklerini sağlamak ve önlemler almaktan sorumlu
siyasi iktidar, sessizliğe gömüldü, görevlerini yerine getirmedi. Gıda ve diğer
temel ihtiyaçlarını satın almak, işe ya da hastaneye gitmek için dahi dışarı
çıkamayan Suriyeliler, büyük bir tedirginlik içinde evlerine kapandı.
4 Temmuz’da Suriyelilere
ait kişisel verilerin, kimlik ve pasaport verilerinin, Suriyelilere saldırıya
hazırlananların bulunduğu bir mesajlaşma platformunda paylaşılması üzerine
Suriyelilerin kaygıları daha da arttı. Verileri tutan, depolayan, korumakla
mükellef olan, güncelleyen ve göçmenler veri güncellemesi yapmadığı takdirde
hiçbir gerekçeyi kabul etmeksizin onları doğrudan sınırdışı eden Göç İdaresi
Başkanlığı, “verilerin nasıl sızdırıldığını araştırıyoruz” demekle yetindi.
Bugün itibarıyla hâlâ tatmin edici bir açıklama yapılmadı. Öte yandan,
göçmenler, uğradıkları saldırılar için şikayetçi olduklarında da saldırganların
beyanları esas alındı, ırkçı saldırılar adli vakalarmış gibi değerlendirildi ve
zarar gören göçmenler dahi olsa haklarında bir “tahdit kodu” belirlendi. Tahdit
kodları ise kolluk tarafından doğrudan geri göndermelere sevkin zeminini
oluşturmakta. Bu nedenle, zarar gören göçmenlerin adalete erişiminin de önü
kapatılmaktadır.
Biz bu kaygı ve
korku ortamını yaratanların, saldırıları gerçekleştirenlerin polis tarafından
bizzat önlerinin açıldığını ve sırtlarının sıvazlandığını, her ne olursa olsun
ırkçı saldırganları koruyan kollayan cezasızlık rejiminin norm haline geldiğini
elbette görüyoruz; 6-7 Eylül’den, Çorum’dan, Maraş’tan ve daha geçen hafta
andığımız Sivas’tan. Cumhuriyet tarihinin devletin bizzat yarattığı,
desteklediği, cezasızlıkla ödüllendirdiği çeteler eliyle gerçekleştirilen
katliamların tarihi olduğunu da biliyoruz.
Suriye’de Esad
rejimine karşı protestoların şiddetle bastırılması, sonrasında emperyalist
devletlerin ülkeye askeri ve siyasi müdahaleleri ve Türkiye’nin Suriye’de
cihatçılarla kol kola yürüttüğü savaş sonucunda milyonlarca Suriyeli iltica
etmek zorunda kaldı. AKP-MHP iktidarı, Ortadoğu’da emperyalist yayılmacılık
siyasetinden pay kapmak ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin önünü kesmek
için cihatçı çetelerle Şam’a ve Rojava’ya karşı yürütülen savaşın parçası oldu.
2016 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde yer alan iltica hakkı
çiğnenerek Avrupa Birliği ile, Türkiye’yi bir göçmen hapishanesine çeviren Geri
Kabul Mutabakatı imzalandı. Böylelikle, Erdoğan’ın en başından Suriyelileri
“ensar, muhacir, misafir” gibi uluslararası hukukta karşılığı bulunmayan ve
Türkiye’ye yükümlülük getirmeyen kavramlarla tanımlamasının getirdiği sonuçlara
ek olarak Suriyelilerin sığınma/iltica hakkı resmen “feshedilmiş” oldu.
Göçmenlere sağlanması gereken temel kamu hizmetlerinin proje bazlı, “fon varsa hak
ve hizmet var, fon yoksa hak ve hizmet de yok” anlayışıyla geçici, belirsiz ve
aksak şekilde AB ve BM fonları aracılığıyla sağlanmasının önü tamamıyla açılmış
oldu. Bu durum öyle bir hal aldı ki, sık sık işkence ve kötü muameleye konu
olan, erkek şiddetinin en ağır şekilde yaşandığı, bağımsız denetimden yoksun Geri
Gönderme Merkezleri bu fonlarla inşa edildi, bugün bu fonlarla “hizmet” veriyor,
başka bir deyişle bu fonlarla göçmenleri zorla geri gönderiyor. Geri Kabul Mutabakatıyla
Suriyeliler güvenli, onurlu ve kalıcı bir yaşam kurma haklarından,
devletlerarası düzeyde mahrum bırakıldılar.
Suriyeli
göçmenler, 6 Şubat Depremleri sonrasında, iktidarın depremden etkilenen
yurttaşlara sağlamadığı hizmetlerin, yerine getirmediği görevlerin, ayırmadığı
kaynakların da sorumlusu olarak gösterildiler; siyasi çıkarlar için
siyasetçiler tarafından yalan yanlış haberlerle hedef gösterildiler. Emperyalizmin
kışkırttığı bölgesel paylaşım savaşlarının ağır sonuçlarını yaşayan Suriyeliler,
sermayenin kâr hırsıyla ucuz iş gücü haline getirildikleri yetmiyormuş gibi ekonomik
krizin müsebbibiymiş gibi hedef gösterilmekteler. Yükseltilen göçmen karşıtlığı
ile yoksulluğun ve işsizliğin gerçek sebeplerinin üstü örtülerek esas
sorumlular görünmez kılınırken yaşam şartlarının gün be gün zorlaşmasıyla
toplumda oluşan öfke, zaten hukuki açıdan da savunmasız bir grup olan göçmenlere
yönlendiriliyor.
Bütün bunlar,
AKP ve siyasi ortaklarının 2020’den bu yana adım adım ördüğü Suriyelileri geri
gönderme politikasının da iç siyasette ve uluslararası alanda meşrulaşmasına
hizmet ediyor. 2022’de başlayan Seyreltme Projesi ile pek çok şehir ve
mahallenin göçmenlerin ikametine kapanması ve 2023’te uygulamaya başlanan Mobil
Göç Noktaları ile göçmenler, “düzensiz göçle mücadele” söylemi adı altında
kriminalleştirilmekte ve de hukuksuzca gözaltına alınıp Geri Gönderme
Merkezlerine sevk edilerek zorla geri gönderilmekteler.
Ayrıca biz Kayseri’de
pogromu başlatmak ve meşrulaştırmak için öne sürülen cinsel istismar suçunun
ırkı, etnik kökeni, milliyeti olmadığını ve faillerin her milletten, her yaştan
ve eğitim düzeyinden erkekler olduğunu biliyoruz. Yıllardır evlerden,
okullardan, mahallelerden, tarikat yurtlarından yükselen erkek şiddeti ve
istismar gerçekliği karşısında sessiz kalındığı, kadın örgütlerinin tüm
itirazlarına rağmen göçmenler dâhil erkek şiddetine maruz bırakılan herkes için
koruma sağlayan İstanbul Sözleşmesi’nin hukuksuzca kaldırıldığı da bir gerçek.
Kayseri İl Emniyet Müdürünün 30 Haziran gecesi saldırganları yatıştırmak için
istismara maruz bırakılan çocuğun Türk olmadığını açıklaması ise bir arada
yaşadığımız göçmen kadın ve çocukların ırkçı erkek şiddetine karşı ne kadar
korunaksız halde olduğunu bir kez daha göz önüne serdi.
Biz Birlikte
Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi olarak; ırkçılığa ve şovenizme karşı mücadelemizi
sürdüreceğimizi bir kez daha duyuruyoruz. Kayseri’de başlayan ve diğer illerde
yaşanan saldırıları kınıyor, suça karışan kişilerin hukuk önünde yargılanmasını
istiyoruz. Saldırılar sırasında ev, işyeri ve araçlarda meydana gelen maddi
zararlar tazmin edilmeli, tutuklanan istismar faili gibi ırkçı saldırganlar da
cezalandırılmalıdır. Kendi siyasi çıkarları uğruna nefret söylemleri yayarak
göçmenleri hedef gösterenlerin karşısında olmaya ve ırkçılıkla mücadele etmeye
devam edeceğiz. Pogromların, nefret saldırılarının ve ırkçı politikaların
karşısında durarak emek, demokrasi, barış ve özgürlükten yana olan herkesle,
göçmenlerle birlikte, eşit ve özgür bir yaşam için dayanışmayı sürdüreceğiz.
10 Temmuz 2024
Yorumlar
Yorum Gönder